29 Eylül 2018 Cumartesi

SERENAD / ZÜLFÜ LİVANELİ



                                                     SERENAD / ZÜLFÜ LİVANELİ


           
            Öncelikle eğer hala Seranad'ı okumadıysanız sizi uyarmam gereken bir konu var. Elinde büyüteç; yazar hatası arayan bir okur değilim ama okurken sürekli not almam gereken durumlarla karşılaştım. Bunları atlamamak adına bu blogda yazmaya başladığımdan beri ilk defa sayfa numaraları vererek, maddeler halinde bu notları sizlere aktarıyorum. Bu nedenle kitaptan önce benim yazdıklarımı okursanız içeriğe dair birçok şeyi öğrenip okuma heyecanınızı zedeleyebilirsiniz.
           
 
          İşte o notlar;
* Livaneli'nin daha önce okuduğum kitaplarında da dikkatimi çekmişti. Birinci tekil şahıs ağzıyla yazdığı romanlarda ya daha doğal gözüksün (ki zannetmiyorum) ya da acemilik kendisinde değil de canlandırdığı karakterde gözüksün isteğiyle "ben bir edebiyatçı değilim" söylemi yine karşımıza çıkıyor. (sayfa 31)

* Olay örgüsü geçmişe dönük/hatırlama şeklinde anlatılıyor. Geçmiş zaman anlatılırken şimdiki zaman tazeliğiyle duygular dile getiriliyor. "A, gelmişiz bile" (sayfa 35)

* Anlatım bozukluğu olacak kadar yalınlıktan uzak ifadeler var. (sayfa 65'te "kirpiklerime rimel, dudaklarıma da biraz ruj sürdüm") [bunlar başka nerelere sürülebilir ki?] Kitabın sonunda güya daha doğal görünsün diye "dil ve imla yanlışlarının düzeltilmesine gerek yok" açıklaması (yani profesyonel bir acemilik) bu durumu düzeltmeye yetmiyor.

* Mantıksal bir aksaklık da var. Maya çalıştığı İstanbul Üniversitesinde 1930'larda Hitlerden kaçarak görev alan yahudi bilim insanlarına dair yarım yamalak bir şeyler bilirken, Romalı Cicero'nun bir zamanlar Klikya'da (Çukurova ve civarı) valilik yaptığını çok net biliyor.

* Maya'nın babaannesinin bir sırrı var. İstihbarat örgütü bu sırrı ifşa etmekle ve Maya'yı işten (memuriyetten) attırmakla tehdit ediyor ama Maya'nın ağabeyi Necdet orduda istihbarat subayı. Maya'nın basit memuriyeti bile tehdit altındayken ağabeyi nasıl istihbaratçı olabilir? (sayfa 79)

*Uçakta yazan birisi yaklaşık bir sayfa boyunca nasıl çay demleyip sucuklu yumurta yaptığını (sanki ana konu oymuşcasına) ayrıntılı bir biçimde kopyala yapıştır şeklinde bile olsa yazar mı? (sayfa 132-133) Ya da AVMde sezon sonu ürünleri daha ucuza ve 12 taksitle alışını, kafeye gidip aldığı kitabı okurken sipariş ettiği kahve ve sandviçin gelişini (ki olay örgüsünde sanki çok önemli bir yere sahipmiş gibi!) yazar mı? (sayfa212-213)

* Sayfa 279'da Max'ın ve Nadia'nın hikayesini anlatırken parantez içinde anlatıcının (Maya'nın) araya girmesi ve kendisini tanıtması yersiz ve gereksiz olmuş. Nitekim Maya olduğunu söylemese de kendi eski kocası, sevgilisi ve oğlundan bahsettiği için anlardık.

* Sayfa 331'de 15.bölümün başında yazarın "profesyonel yazar olmama" bahanesinin arkasına gene sığınarak yaptığı "Maximilan ile Nadia'nın yürek burkan hikayesi"ne dair açıklamada "doğu edebiyatında...Feridüddin-i Attar'da, Binbir Gece Masallarında, Mesnevi'de hem kitabın bir parçası olan hem de bağımsız olarak okunabilen bölümler yerleştirmek çok yaygındır." demesi okuyucuya hakarettir. "Ben yazıyorum ama bunlar anlamaz, boşa yazmış olmayayım" demekten başka bir şey değil.

* Yazar ne kadar çok okuduğunu, araştırdığını kanıtlamak istercesine yerli yersiz birçok yazardan, edebi ve mimari eserden bahsediyor. (örneğin sayfa 333'te Erich Averbach'ın Walter Benjamin'e yazdığı mektupları okuduğunu araya sıkıştırmasının ya da sayfa 367'de Claude Levi-Strauss'un yazının icadına dair getirdiği "yazının insanlığı gerilettiği" tezinden bahsedilmesinin başka ne gereği olabilir ki!)

* 16. bölümde gazateye çıkan " skandal" çok abartılı durmuş. Göz önünde olmayan, kimsenin önemsemediği, kimseyle örneğin bir iş adamı, siyasetçi vs. ile bir bağı olmayan bir kadının cinsel hayatı gazetelere çıkacak, rektörü veya üniversite yönetimini anlatıldığı gibi meşgul edecek kadar dikkat çeker mi?

* 17.bölümde gazete haberi ile ilgili olarak aklıma takılan bir nokta var. Türkiye'de tek bir gazete mi var? Haberi bir gazete yapıyor, Maya'nın röportajı için aynı gazeteden bir muhabir geliyor, kapıcının sepete bıraktığı da yine aynı gazete... Herhangi bir gazete adı vermekten çekinen Livaneli nedense bir kargo şirketinin adını saklama gereği duymuyor. Neden? (sayfa 438)

* Ve son olarak şunu sormadan yapamayacağım. Yaklaşık 60 yıl önce içindeki mültecilerle birlikte batırılmış ve kimin, ne için batırdığı gibi hakkında her türlü bilgiye ulaşılmış bir gemi için İstanbul'a gelen bir hukukçuya Türk, İngiliz ve Rus istihbaratları neden bu kadar ilgi duyar ki? Profesör Max'ın ortaya çıkarıp da ilgili hükümetleri zora düşüreceği, bilinmeyen gizli saklı ne kalmış ki!
           Hiç büyülenmediğime emin olabilirsiniz. Hele ki kitabın sonunda yer alan doğu klasiği zorlaması Azrailli kısmın eğretiliğini gördükten sonra...

HİPPİ/ PAULA COELHO / CAN YAYINLARI


                                           HİPPİ/ PAULA COELHO / CAN YAYINLARI






         Coelho'nun daha önce Brida adlı romanını okumuştum. Yanlış hatırlamıyorsam fantastik olma iddiası olmamasına rağmen günümüz dünyasında cadılık ve büyücülük üzerine bir kitaptı. Ateşin başında çıplak toplu danslar gibi ritüeller anlatılıyordu. İşin ilginç yanı kitabın başında anlatılan ritüellerin denenmemesi gibi bir uyarı da vardı. Bitirdiğimde aklımda kalan tek soru şuydu: bu kadar saçma kabul edilecek ölçüde boş  yazan bir yazarın Türkiye'de bu denli çok tutulmasın nedeni nedir? Verebildiğim tek yanıt ( burnu büyüklük olarak algılanmazsa eğer) genel okuyucu kitlesinin niteliksizliğiydi.

        Bu nedenle Hippi'yi okumaya başlamadan önce kitaba dair bir önyargım vardı. Üçüncü tekil şahıs ağzıyla anlatılmış olsa da yer yer otobiyografik kesitler niteliğindeki bu eserde Coelho, Brezilya'dan İstanbul'a kadar geçecek yolculuğunu anlatıyor.

        Hippilere karşı uluslararası nitelikteki önyargıları başarılı bir biçimde anlatsa da hippiliğin amacını, felsefesini, muhalefetini, "çiçek gücünü" ve "aşk çocukları"nı anlatmakta yetersiz kaldığını söyleyebilirim. Kendi anılarına yoğunlaşa da o dönemi yaşamamış biz yeni nesil okuyucuların merakını kamçılamasını, bizde en azından hippiliğe dair başka bir şeyler okuma azmi oluşturmasını beklerdim.

        Son olarak diyebilirim ki okuyunca çok şey  kazanmayacağınız; okumayınca da çok şey kaybetmeyeceğiniz bir kitap.

ERKEKLERİN HİKAYELERİ ( MURATHAN MUNGAN'IN SEÇTİKLERİYLE) / METİS



        ERKEKLERİN HİKAYELERİ ( MURATHAN MUNGAN'IN SEÇTİKLERİYLE) / METİS


              Murathan Mungan on altı erkek yazardan seçtiği öykülerden bir derleme yapmış. Bu kitaba "bu da erkeklerin hikayeleri" ya da "bir de erkeklerden dinleyelim bakalım" veya "erkek yazarların hikayeleri" adlarının da verilebileceğini söylemiş. Oysa bende uyandırdığı izlenime bakılırsa "erkeklerin hüzünlü hikayeleri" demek daha doğru olurdu. Zira hikayelerdeki erkek karekterler bende bir acıma duygusu oluşturdu. Mutsuz erkekler.

               Bu on altı yazarlardan maalesef şu ana değin yalnızca üç tanesini okumuş olduğumu fark ettim. (Henry Miller, Charles Bukowski ve Ernest Heminway) Diğerleri içerisinde en çok etkilendiğim Cesare Pavese oldu. Bir erkeğin kendisine bile itiraf etmeyi istemeyeceği karanlık yönlerini, zayıflıklarını, bencilliklerini çok iyi tahlil etmiş.

               Bu tür seçkilerin en güzel yanı size yeni yazarlar keşfetme imkanı sunması. Bu yönüyle okuma listenize alabilirsiniz.